Cherreads

Chapter 112 - 2

İkilinin şehirde yürüttüğü çalışmalar, Kryndorim'in çehresini değiştirdi. Önceden daha ziyade mimari bir gösterişe sahip olan bu mekân, şimdi devasa atölyeler, muazzam enerji toplayıcıları ve boyutsal kapı denemelerinin yapıldığı laboratuvarlarla dolup taşıyordu. Şehir, neredeyse yaşayan bir organizmaya dönüşmüştü. Her köşe başından fışkıran turuncu-mor alevler, karanlık tünellerden geçen titreşimli enerji kabloları, göklere uzanan ince kulelerin tepesinde çakan plazma şimşekleri… Tümü, Runahar ve Runashar'ın varlığını onaylıyor, onların hırs ve zekâ dolu ortak yönetimini yansıtıyordu.

Bu yeni dönemde, Kahernor'un ismi pek anılmamaya başladı; zira artık efsaneler, onun sessiz fedakârlığıyla var ettiği iki devin hikâyesine odaklanmıştı. Ama Kahernor'un yokluğu, aslında her an hissediliyordu: Onun sesi, tecrübesi ve felsefesi, tamamen bu ikiliye aktarıldığı için, şehrin her taşında, her alev kıvılcımında bir şekilde varlığını koruyordu. Runahar ve Runashar, içlerindeki bu özle beslendikçe, Kahernor'un mirasını büyüttüklerini hissediyorlardı.

Sonuçta Kryndorim, geçmişte olduğundan çok daha büyük bir güç merkezi hâline geldi. Alt evrenin dört bir yanından kopup gelen karanlık varlıklar ve ateş iblisleri, oraya akın ederek yeni efendilerine itaat etti. Yeni gelenler bazen bir çatışmaya yol açsa da, Runashar'ın sakin ama sarsılmaz iradesi ve Runahar'ın gökleri inleten kükreyişleri kısa sürede düzeni yeniden sağlıyordu. Kurdukları savunma sistemleri ve depoladıkları enerji, onları dış tehditlere karşı da daha korunaklı hâle getiriyordu.

Bu süreçte geliştirilen silah ve tüketme teknolojileri ise bambaşka bir seviyedeydi. Örneğin, devasa bir plazma mızrağı projesi gerçekleştirildi: Boyutlar arası enerjiyle beslenecek, sivri ucuyla tek dokunuşta bir gezegeni yakabilecek kadar güçlüydü. Başka bir projede, kendiliğinden çoğalabilen küçük alev tohumları tasarlandı. Bu tohumlar, düştükleri yerde hızla alevi ve karanlığı yayarak maddi gerçekliği kemirip, geriye sadece boşlukla dolu bir yanık çerçeve bırakıyordu. Her yeni buluş, Kryndorim'i evrenin en tehlikeli bölgelerinden biri yapma yolunda ilerletiyordu.

Elbette hiçbir süreç salt yıkım üzerine kurulamazdı. Şehrin refahını ve gücünü devam ettirebilmek için Runahar ve Runashar, sürekli yeni kaynaklar keşfetmeye de ihtiyaç duyuyorlardı. Örneğin, karanlık madenler ve süpernova kalıntılarından elde ettikleri minerallerle, şehrin altyapısını besleyen dev alev motorları kurdular. Bu motorlar, günün (ya da hangi zaman döngüsü ise) her anında şehrin çeşitli bölgelerine enerjiyi pompalıyor, yeni deneyler için gerekli hammaddeleri arıtıyordu.

Yaratım döngüsü böyle sürüp giderken, Runahar bazen içindeki yabancı bir hissi bastıramıyordu: Kahernor'un kişiliğinden geriye kalan gölgeler, onu daha büyük fetihlere ve egemenliklere çağırıyor gibiydi. Runashar ise aynı duyguyu, ama daha sabırlı bir bakış açısıyla paylaşıyordu. Ona göre, Kryndorim henüz tam olgunlaşmamış bir filizdi; evrenler arası büyük savaşlara girişmeden önce çok daha kapsamlı bir hazırlığa ihtiyaç vardı. Dahası, sadece güce değil, aynı zamanda stratejik zekâya ve dayanıklı bir düzene gerek duyduklarını düşünüyor; Kahernor'dan edindikleri bilgelikle bunu gerçekleştireceklerine inanıyordu.

Bütün bu uğraşlar ve zamanın (alt evren ölçüsündeki) akışı içerisinde, Kryndorim artık saklı bir tehdit olmaktan çıkıp bölgedeki en güçlü merkez konumuna yükseldi. Uzaktan hissedilebilen karanlık ve ateş titreşimleri, evrenin pek çok köşesindeki bilge varlıkların kulaklarına çalındı. Kimileri buradan kaçmaya, kimileri ise bu kudreti kendi emelleri için kullanmaya çalıştı. Ama şehre yaklaşan herkes, eninde sonunda Runashar ve Runahar'ın bakışlarıyla yüzleşir oldu. Aynı bakış, bir yandan Kahernor'un yıkıcı hırsını, öte yandan onun dehasını bünyesinde taşıyordu.

Ve böylelikle, Kahernor'un gövdesi, ruhu ve tüm birikimi, iki devin ellerinde yepyeni bir düzene evrildi. Alt evrende karanlıkla alevin kesiştiği o aldatıcı ufukta, Kryndorim'in sütunları yükselmeye, dev kulelerden mor alevler göğe doğru kıvrılarak yükselmeye devam etti. Yaratım devam ettikçe, şehrin derinliklerinde hâlâ yeni deneyler yürütülüyor, yeni silahlar ve teknolojiler geliştiriliyordu. Runashar ve Runahar, Kahernor'dan aldıkları mirası durmaksızın ileri taşıyor, büyük bir doyumsuzlukla sınırları zorluyorlardı. Ve o sınırlar, görünen o ki, alt evrenin ve ötesinin karanlık ufuklarını kapsayacak kadar genişti.

Alt evrende karanlıkla alevin iç içe geçtiği Kryndorim'de, zamanın alışılmış ölçütlerinin dışında yaşanan gelişmeler hız kazanıyordu. Runashar ve Runahar, yaratıcıları Kahernor'un mirasını bedenlerinde ve zihinlerinde taşırken, şehrin dört bir yanındaki canlıları bir düzene sokmuş ve güçlerini gitgide arttırmışlardı. Şehrin kulelerinden yükselen mor alevler, her zamankinden daha parlak yanıyor, oradan çevre evrenlere yansıyan karanlık enerjinin titreşimi ise fark edilir biçimde güçleniyordu. Nihayetinde, bu gücün doruk noktasına eriştiği bir dönemde, iki varlık arasında beklenmedik bir birleşme yaşanacaktı. Bu birleşme, sadece fiziksel bir yakınlaşma ya da sıradan bir ritüel değildi; aksine, alt evrenin kılcal damarlarından akıp gelen enerjileri ve Kahernor'un kadim bilgeliğini paylaşacak, yeni bir varlığın doğumuna zemin hazırlayacak kadar önemliydi.

Runashar ve Runahar uzun süre birbirlerinden ayrı gibi gözükseler de, aslında sürekli bir telepatik bağlantı içindeydiler. Kryndorim'in orta katmanlarındaki devasa salonlarda, büyük plazma havuzlarının çevresinde ya da şehrin karanlık surlarına hâkim kulelerin tepesinde her çalıştıklarında, zihinlerinde yankılanan sesler onları birbirine bağlıyordu. Bu ses, Kahernor'dan arta kalan bilincin yansımalarıydı. Fakat zaman geçtikçe, onlar sadece aynı kaynaktan beslenen iki farklı birey olmanın ötesine geçtiler. Aralarında bir tür enerji alışverişi vardı: Runahar, ham gücünü ve yıkıcı potansiyelini Runashar'ın ince zekâsı ve büyüyle harmanlanmış karanlık aurâsıyla birleştiriyor, Runashar ise Runahar'daki içsel tutkuyu ve yırtıcı kudreti alıp kendi rafine sezgileriyle yoğuruyordu.

Zaman içinde bu enerji alışverişi, daha derin bir yakınlaşmaya dönüştü. İkili, karanlık kökenlerini ve alevin yıkıcı doğasını paylaşıyor olsa da, ruhlarında Kahernor'un çok daha öteye giden emelleri saklıydı. Kısa sürede kendi yöntemlerini geliştirerek farklı boyutlardan çektikleri enerjilerle birlikte, Kryndorim'in zemininde yeni çatlaklar açtılar. Bu çatlaklar, alt evrenin daha karanlık katmanlarına iniyordu. Her bir çatlağın çevresini büyülü işaretlerle işleyip, buralardan fışkıran toz ve gaz hâlindeki maddeleri devasa bacalarda topladılar. Kimi zaman koridorlar boyunca yayılan çarpıcı patlamalar oldu, kimi zamansa mor alev seli odaları doldurdu; yine de ikili el ele verip tüm bu patlamaları yönlendirerek, elde ettikleri enerjiyi şehrin merkezine taşıdı. Bu süreçte Runashar ve Runahar birden çok defa güçlerini birleştirdi; ama bu sadece bir başlangıç sayılırdı.

Gerçek yakınlaşma, Kryndorim'in gövdesini andıran sarayın en derin katmanlarında meydana geldi. Burada, Kahernor'dan kalma devasa bir odanın varlığı uzun süredir biliniyordu, ancak girişindeki mühürler öylesine karmaşıktı ki, şimdiye değin kimse oraya tam anlamıyla girememişti. Mühürler, maddenin temelinden daha eski birtakım sembollerle donatılmış, üst üste binen dairelerin ve keskin kenarlı, yıldız benzeri şekillerin iç içe geçtiği gizemli bir kapı oluşturuyordu. Runahar'ın hiddet dolu gücü ve Runashar'ın ince işlenmiş büyü bilgisi, bu kapıyı kısmen aşabilecek bir kombinasyon yarattı. Kapıyı açmak tam anlamıyla mümkün değildi, çünkü Kahernor son iradesinin bir bölümünü buraya hapsetmişti. Ancak ikili, kapının ardına kadar açılması yerine kendi bedenlerini semboller arasındaki çatlaklardan geçirip odaya sızmayı başardılar.

İçeri girdiklerinde, kendilerini loş bir karanlıkta buldular. Bu karanlık, dışarıdaki mor alevlerle kıyaslandığında bambaşka bir yoğunluğa sahipti. Duvarlardan sızan soğuk yıldız ışığı kalıntıları ve yer yer parıldayan kristal damarlar, oradaki atmosferi büyülü bir ayine dönüştürüyor gibiydi. Ortada, çember biçimli bir yükselti üzerinde yer alan devasa bir aynayı anımsatan, ama yüzeyi neredeyse sıvı gibi kımıl kımıl eden bir düzlem vardı. Runashar, Kahernor'un anılarından buranın "Yutucu Çark" adıyla anıldığını hatırladı. Alev ve karanlıkla dolu her varlığın, eğer buraya girerse özlerini birbirleriyle bütünleyebilecekleri, belki de dönüştürebilecekleri bir geçit olduğu söylenirdi. Runashar ve Runahar tam da bunu arzuluyorlardı: Varoluşlarını tek bir potada eritir gibi, yepyeni bir aşamaya çıkmak.

Yutucu Çark'ın önünde durduklarında, derin bir sessizlik çöktü. Runahar'ın devasa bedeni, alevli kasları ve üzerinde dans eden turuncu-mor ışımalarla titreşirken, Runashar'ın ince, zarif ama bir o kadar da ölümcül görünen silueti o ışımaların yanı başındaydı. İkisi de aslında yeni bir risk aldıklarının farkındaydı; böylesi bir bağlanma, geri dönülmez sonuçlar doğurabilirdi. Buna rağmen, alt evrende hangi yol geri dönülebilirdi ki? Zaten karanlık ve ateşin buluşmasıyla doğan her oluşum, ileriye atılmaya mecburdu. Geri çekilmek gibi bir seçeneğin varlığı bile düşünülemezdi.

Kararlılıkla Yutucu Çark'a doğru ilerlediler ve dokundukları anda, kapının üzerindeki semboller yeniden alevlendi. Semboller, çarkın kıvrımlarında çakan karanlık işaretlere dönüştü, sonra da tıpkı akışkan bir metal gibi bükülerek iki varlığın etrafını sardı. İlk başta acı verici bir gerilim hissettiler; çünkü hem fiziksel kabukları hem de ruhsal enerjileri aynı anda geriliyor, sanki parçalanıyor gibi görünüyordu. Ancak kısa bir süre sonra, Yutucu Çark'ın içinden gelen bir çekim gücü, onları yavaşça merkeze doğru çekmeye başladı. Bu çekim sırasında, Runashar ve Runahar bütün benliklerini birbirleriyle paylaşıyordu. Kahernor'dan aldıkları tüm gizemli bilgiler, şehrin kontrol mekanizmaları, karanlık büyü formülleri, silah dizaynları… Hepsi tek bir kozmosta birleşiyor, bu birleşim anlık patlamalar halinde onların zihninde çakıyordu.

Birkaç nefeslik süre geçtikten sonra, çarkın yüzeyi dalgalanıp duruldu. Tam da ikisinin yok olacağına dair bir his doğduğu esnada, çark kenarından yükselen bir alev sütunu bütün odayı aydınlattı. Kızıl ile menekşe tonları arasındaki muazzam parlaklık, o kadar güçlüydü ki odadaki kristal damarlardan yayılan yansımalar duvarlarda dans etti. Bu şölenin ortasında, çarkın merkezindeki yüzeyde, Runashar ve Runahar'ın bedenleri artık sarmaş dolaş bir enerji formuna dönüşmüştü. Fiziksel kabukları, mor ve turuncu alevlerle yoğrularak iç içe geçiyor, zihinleri ise çoktan tek bir nabızda atıyormuş gibi titreşiyordu.

Bu birleşme, alt evrende kendiliğinden kısa bir zaman dilimi olsa da, çok katmanlı enerjilerin dünyasında belki de binlerce seneye eşdeğer bir dönüşümü tetikledi. Çünkü Yutucu Çark, sadece fiziksel ve ruhsal enerjileri bütünleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda yeni bir öz yaratıyordu. Sanki iki varlığın bir araya gelip bir üçüncü gücü doğurmasına yardım eden kozmik bir rahim gibi işliyordu. Tam da bu nedenle, Runashar ve Runahar bir süre oradan çıkmadılar. Dışarıdan bakıldığında, çarkın içinde alevler ortasında kaybolmuş gibi görünüyorlardı. Oysa içte, varoluşun temel lifleriyle kaplı bir tünelde, birlikte yürüdükleri rüyamsı bir yolculuk yaşıyorlardı.

Bu mistik yolculukta, sürekli değişen manzaralar belirdi: Zaman zaman Kahernor'un ilk uyanışından sahneler, bazen Kryndorim'in inşa edilirken yaşadığı yıkımlar, bazen de alt evrenin çok ötesine uzanan karanlık boyutların görüntüleri… Hepsi bir arada, hem geçmiş hem gelecek gibi akıp gidiyordu. Runashar ve Runahar bu görüntülerin içinde kendilerini buldular, bir bakıma zamanın ötesinde bir bilince erişerek Kahernor'un asıl planlarına ve hatta onun da ötesindeki derin kozmik sırra tanık oldular. Bu sır, alt evrenden de yüksekte, "üst evren" adı verilen bir diyara uzanıyordu; orada bambaşka bir kudret hüküm sürüyor, gerçekliğin kuralları dahi yeniden yazılabiliyordu. İşte bu yolda, ikilinin benliği daha da genişledi, daha da kararlı hale geldi.

Sonra bir noktada, içinde bulundukları enerji girdabı durulmaya başladı. Duydukları patlamalar kesildi, gördükleri rüya manzaraları soldu. Yutucu Çark'ın yüzeyi hafifçe titrerken, kadim semboller tekrar görünür oldu. Fakat bu defa, iki varlık çarktan ayrı ayrı değil, kendi güçlerini koruyarak birden çıkıverdiler. Etrafa saçılan alev kıvılcımları, onların geçici bir an tek bir bedende bulunduklarını, sonra yeniden ayrıldıklarını ima eder gibi titreşti. Runashar ve Runahar, eski siluetlerini muhafaza ediyorlardı; yine de gözlerindeki parıltı, bedenlerindeki alev motifleri ve nefes alışlarındaki o yankı, ortada çok daha büyük bir şeyin zuhur ettiğini anlatıyordu.

Aradan bir süre geçtiğinde, Kryndorim'in sakinlerinde tuhaf bir hareketlenme gözlemlendi. Runashar ve Runahar odadan çıkmıştı çıkmasına ama nadiren görünür olmuşlardı. Şehrin idaresini geçici olarak en güvenilir gölge yaratıklara ve alev iblisi komutanlara devretmiş, kendilerini sarayın derinliklerinde yeni bir ritüel hazırlığına vermişlerdi. Gökyüzünde kıvılcımlı bir karanlık hüküm sürmeye başladı: Şimşek misali çakan mor ışıklar, sanki şehrin üzerinde bir kavuşma törenini selamlar gibiydi. Bu ortam, ikilinin bir sonraki aşamasına, yani "meyvenin" ortaya çıkışına ev sahipliği yapacaktı.

Gerçekten de, karanlık ve alevin sayısız kez harmanlandığı o devasa salonlardan birinde, boyutlar arası enerji akımlarının kesiştiği bir kürsü kuruldu. Bu kürsünün hemen arkasında, dev gövdesi kısmen görülebilen bir kristal tüp parıldıyordu. Tüpün içindeki sıvı, mor renkli bir plazmaydı ve alt evrenin derinliklerinden, hatta belki de daha uzak diyarlardan damla damla toplanmış özlerin karışımıydı. Şehrin sadık hizmetkârları, geçen süreçte Runashar ve Runahar'ın talimatıyla bu tüpü doldurmuş, onu aşırı basınca dayanıklı kablolar ve büyü sembolleriyle desteklemişti.

Runashar, ince parmaklarını tüpün kristal yüzeyine dokundurduğunda, yüzeyden açığa çıkan titreşimler neredeyse şehrin tamamına yayılıyordu. Aynı anda, Runahar ağır adımlarla tüpün arkasına geçti ve kollarını yana açarak içindeki alev gücünü dışarı saldı. Salonun ortasında açılan yarı saydam bir portalı andıran boşluk, bir sıvı gibi dalgalanarak ışık yansıtmaya başladı. Ardından ikisi, göğüs kafeslerinden yükselen enerjiyi tüpe doğru akıttılar; böylece tüpün içindeki mor plazma, hem Runashar'ın büyülü aurasıyla hem de Runahar'ın devasa ateş kudretiyle dolup taştı.

Bu sırada, en beklenmedik olay gerçekleşti: Tüpün içi, önce kandan koyu bir renk aldı, sonra sürekli genişleyen bir ışık halesi belirdi. Halede birer siluet gibi belirmeye başlayan kıvrımlar, belli belirsiz bir omurga, kol ve bacak izleri oluşturdu. Tıpkı tohumun filiz vermesi gibi, yavaş yavaş şekilleniyordu. Bu oluşum, ortak enerjinin bir yansıması mıydı, yoksa "yeni bir varlık" mıydı, henüz kimse kesin konuşamıyordu. Fakat Runashar ve Runahar, Yutucu Çark'tan aldıkları öngörülerle, bu varlığın çok daha üstün bir forma dönüşeceğini hissediyorlardı. Zaten bu yönde bir planları da vardı: Daha önce birbirlerinden ayrı taşıdıkları güç, şimdi birleşerek yepyeni bir tohumu besliyordu. Bu tohum, alt evrenin karanlık girdapları içinde eşi benzeri görülmemiş bir varlık olarak filizlenecekti.

Zamanla tüpün içindeki siluet daha belirgin hale geldi. İlk fark edilen, başındaki sert kabuktu; ardından omuzlarından beline kadar uzanan, alev desenini andıran damarlar gözlemlendi. Bedeni, Runashar'ın zarafetini ve Runahar'ın ihtişamını eş zamanlı taşıyor gibiydi. Sanki önceki birleşmenin somut bir meyvesi olarak, her ikisinin de en güçlü yönlerini sergileyen bir yapı kazanıyordu. Görüntü netleştikçe, salondaki alev iblisleri bile irkildi; çünkü tüpün içindeki enerji dalgalanması, tıpkı bir kalp atışı gibi salonu dolduruyor, duvarlar ve sütunlar bile titriyordu. Nihayetinde, kabuğun altından süzülen güçlü bir ışık huzmesiyle varlık gözlerini açtı.

İşte o an, Runashar ve Runahar'ın zihinlerinde aynı isim çınladı: "Cahelon." Bu isim, ne tam Kahernor'a aitti ne de şehrin başka yaratıklarına. Tamamen yeni, tamamen orijinal ve sadece bu kutsal birleşmenin ve fedakârlığın sonucu olarak belirmişti. Cahelon, tüpün içindeki sıvıda bir müddet süzülmeye devam etti. Onu izleyenler, bedeninin alev kabuklu derisiyle kaplandığını ve sırtındaki omurga çıkıntılarının arasından kıvılcımlar çıktığını görebiliyordu. Yaklaşık beş metre boyunda, kaslı ama ince hatlara sahip, yer yer mor çizgilerle bezeliydi. En dikkat çeken yanıysa yüzünde beliren derin bilgelik ifadesiydi; sanki alt evrenin sırlarına henüz doğarken vâkıf olmuş bir varlık gibi sakindi.

More Chapters